Yıllardır birçok medeniyete ev sahipliği yapmış bir şehirdir
İstanbul. Tarihi dokusu, camileri, boğazı süsleyen Kız Kulesi, Galata Kulesi,
hisarları, sarayları, Boğaz Köprüsü, yedi tepesi ve saymakla bitmeyen birçok
yeriyle bir bütün halinde Türkiye’nin ve belki de dünyanın en güzel yerlerinden
birisidir. Kime sorsanız İstanbulla ilgili az çok bilgiye sahiptir. Hatta kimileri
için ‘’Taşı toprağı altındır.’’ Halbuki bilmezler hiçbir altın İstanbul kadar
değersiz değildir.
Evet dışarıdan baktığımız zaman bir yapboz parçasına benzeyen
bu yapıları bir araya getirdiğimizde ortaya muhteşem bir İstanbul görüntüsü
ortaya çıkıyor. Lamartine’nin ‘’orada, tanrı ve insan, doğa ve sanat hep
birlikte, yeryüzünde öylesine mükemmel bir yer yarattılar ki, görülmeye değer’’
diye bahsettiği; Atilla İlhan’ın uğruna ‘’…sana taptık ulan, unuttun mu, sana
taptık’’ dizelerini yazdığı ve daha yüzlerce şairin şiirlerinde İstanbul’u konu
olarak ele almayı ihmal etmediği o güzel(!) şehir…
Peki bu şehir yazılanların ne kadarını hak ediyor?
Aslında yarım saatte gidebileceğiniz bir yolu çarpık
kentleşme, bitmek bilmeyen yol yapım çalışmaları ve trafik yüzünden bir buçuk
saatte gidebiliyorsunuz.
Yaşayabileceğiniz sürenin kısa olduğuna İstanbul hiç aldırış etmeden sizi
saatlerce beklemeye mahkum ediyor.
Evinize gitmeye çalışırken son model arabaların da bulunduğu
trafikte yolun kenarlarında ayakları çıplak küçük Suriyeli çocukları
görebiliyorsunuz. Bir kesim lüks ve ihtişam içinde yaşarken diğer kesim
yoksulluk ve sefalet içinde hayatını devam ettirmeye çalışıyor. Bu kargaşa ve
kabalalık içinde çok uzaktan işittiğiniz içinize ateş düşüren acı bir siren
sesi duyuyorsunuz. Trafik o kadar kalabalık oluyor ki insanlar yardım etmek
isteseler bile ellerinden bir şey gelmiyor, bir arabalık yer bile açılamıyor.
Siren sesi o kadar içinizi acıtıyor ki kendi kendinize bu ambulanstaki hastanın
kaderi olmamalı diyorsunuz. İçindeki hastayı düşünüyorsunuz; zaman onun için
aslında o kadar kıymetli ki ama kimsenin umrunda olmuyor hele İstanbul’un hiç
olmuyor.
Vakti zamanında iş var diye tası tarağı toplayıp İstanbul’a
gelmiş bir amcanın konuşmasına kulak misafiri oluyorum. Yanında oturan
arkadaşına ‘’ İstanbul girdap gibi insanı içine çekiyor’’ diyor. İlk geldiğim
zamanlarda ne umutlarım vardı çocuklarımı güzel okullarda okutayım eşimle rahat
bir hayat süreyim diyordum fakat gelince anladım ki bu şehir hayallerini
gerçekleştirmemen için elinden gelen çabayı harcıyor. Aldığın üç kuruş parayla
ne hayallerin gerçekleşiyor ne geçinebiliyorsun; geri dönsen de olmuyor mecbur
yaşayıp gidiyorsun diyor. Ha bir de çocuklar desen kendi ailesinin geçiminin
derdine düştü ayda yılda bir görüşebiliyoruz. Aynı yerde yaşıyoruz ama
torunlarımı yılda bir görebiliyorum. Bu şehir böyledir işte hayallerini suya
düşürüyor, insanları birbirlerinden uzaklaştırıyor diye yakınıyor...
Bir kış günü eliniz cebinizde sokakta yürüyorsunuz. Hava
soğuk mu soğuk. Yağan kar yüzünüze gelmesin diye yol boyunca yere bakarak
yürümek zorunda kaldığınız için etraftaki insanları pek göremiyor; ayak izlerinizin
karda bıraktığı çukurlar geride kalarak yolunuza devam ediyorsunuz. İleriden
söylenme sesleri duyuyorsunuz kafanızı kaldırıp karşıya baktığınızda soğukta
yemeğini zar zor bulmuş kedi bir arabanın altına girmiş karnını doyurmaya
çalışıyor. Belli ki arabanın sahibi kedinin arabanın altından çıkmasını istiyor
ama kedi hiç oralı olmuyor. Adam bağırıyor çağırıyor ‘’Bu şehrin hayvanları
bile umursamaz olmuş arkadaş’’ diyor ve etraftan bir çubuk bulup kediyi
kovalamaya başlıyor. O an fark ediyorsunuz ki bu şehrin hayvanları umursamaz
değil insanları tahammülsüz olmuş..
Haftaiçi bir gün otobüs durağından Üsküdar sahiline doğru
yürüyorum. Gün aydınlanmak üzere. Sahildeki seyyar satıcıdan simit alıyor yiye
yiye vapura yetişmeye çalışıyorum. Derken karşı yönden 5-6 yaşlarında biri kız
diğeri erkek iki çocuk ve kucağında bebek bulunan bir kadın yürüyorlar. Vapura
yetişmenin derdine düşmüş olduğumdan pek aldırış etmiyorum. İskeleye
yaklaşmışken çocuklarla aramızdaki mesafe azalıyor ve bir tanesi yanıma gelip
elimdeki simidi gösterek ‘’Abla yediğinden bana da verir misin?’’ diyor.
Şaşırıyorum hiç düşünmeden simidin kalan kısmını ikiye bölüyor bunu sen al
diğer parçayı da kardeşine ver’’diyorum. Elindeki parçayı göstererek yok abla
bu parçayı ikimiz bölüşürüz deyip gülümsüyor ve minnettar bir şekilde
uzaklaşıyorlar.
Çocuğun gülümsemesini görünce mutlu oluyorum, kim bilir en
son ne zaman ne yemek yemişti diye içimden geçiriyorum. Yoluma devam ediyorum
vapura binmek için kartımı arıyorum olaylara şahit olmuş bir teyze yanıma gelip
‘’Aman yavrum bunlara yüz verilmez şimdi senden ister öbür gün bizden.
Büyüyünce yüzsüz olup tepemize çıkarlar’’ diyor. Teyzenin suratına bakıyor
hafif bir tebessüm edip yoluma devam ediyorum. Gerçekten bu şekilde düşünen
insanlarla bir arada yaşadığıma üzülüyorum. Yardımlaşma bitmiş; İstanbul
insanların içindeki hassasiyeti, iyi niyeti söküp atmış olduğunun iyice farkına
varıyorum.
İstanbul insana hayat, yaşama sevinci, neş’e ve güzellik
duygusu veren emsalsiz bir şehirdir demiş Max Müller . Ne kadar haklı değil
mi?! Katılmamak ne mümkün.
Yorumlar
Yorum Gönder